6 Temmuz 2013 Cumartesi

Muhterem televizyon


1924 yılında John Logie Baird adında İskoç bir mühendis tarafından bulunan, Amerikalı
Philo Taylor Farnsworth adında bir genç tarafından geliştirilen, etrafına görüntü ve ses saçan
bir cihaz, televizyon…

Büyükler anlatırlardı ve hep çok gülerdim. Eskiden televizyonun evlerde yeni yeni yer
almaya başladığı zamanlarda, tüm konu komşu televizyonu olan evlere toplanırmış. Ev
sahipleri misafirlere hizmet edeceğim diye o gece sabırsızlıkla bekledikleri heyecanlı filmi
seyredemezlermiş. O gün başlamış televizyona hizmet, şimdi de yanına kocaman bir minnet
eklendi. Evimizin ve hayatımızın en güzel köşesine yerleşen, hizmet ettiğimiz, minnet
duyduğumuz muhterem televizyon...


Kendisi büyüyüp, görüntü kalitesi arttıkça, hayat kalitemizi düşüren muhterem, yani
saygıdeğer televizyon... Evlerimizin en başköşelerinde kurulmuş oturan, ailemizin en
kadim üyesi... Birbirimizin gözlerinin içine bakmıyoruz ona baktığımız kadar. Birbirimizi
dinlemiyoruz onu dinlediğimiz kadar. Hangimiz birbirimize ayırıyoruz ona harcadığımız
kadar zamanı? Kumandaya dokunduğumuz kadar birbirimizin ellerine dokunsaydık, olur
muydu bunca anlaşmazlık aramızda? Onun başında geçirdiğimiz zamanları uç uca dizsek,
buradan aya yol olurdu, onunla meşgul olduğumuz kadar kitap okusaydık, her birimiz en iyi
profesörler olurduk. Onunla ilgilendiğimiz kadar çocuğumuzla ilgilenseydik, işlenir miydi bu
kadar suç? O mahkûmlar elleri kelepçeli mi doğdu annelerinden? Onlar da masum bir melek
değil miydi bebekken? Anne babalarının ilgisine ve sevgisine doysalardı, yaparlar mıydı bu
denli büyük yanlışları.

Sayesinde öyle yabancılaştık ki birbirimize, ama en çok da kendimizden uzaklaştık. En
güzel zamanlarımızı karşısında tükettik fütursuzca. Zenginliğimiz ölçüsünce sayısını
artırıp, her odaya birer tane koymayı marifet saydık. Onun bozulması en büyük kabusumuz
oldu, elektriklerin kesilmesi ise en büyük stres kaynağımız. Televizyona öyle büyük bir
yer açmışız ki hayatımızda, boşluğunu hiç bir şeyle dolduramaz hale geldik. Korkuyoruz
onsuz kalmaktan. Çünkü o giderse ortaya dökülüverecek her şey, iletişimsizliğimiz,
başarısızlıklarımız ve beceriksizliklerimiz… Oturma odalarımızda nice yeteneklerimizi
körelttik oyuncuların film setlerinde ustalıkla sergilediği yeteneklerini izlerken. Biz
kaybettikçe onlar kazandı, o tanımadığımız kişiler... Ne güzel resim yapardık eskiden,
kimimiz şiire meraklıydı, kimimiz müziğe âşıktı, kimimiz ne büyük bir hitabet ustasıydı…

Ailemizin masumiyetini kaybettik, yeni çıkan dizilerdeki kurgulanmış oyunları izlerken.
Mutluluklarımızı tanımadığımız insanların hayatlarından haberdar olmak pahasına yitirdik
ve merakımızla değiş tokuş ettik aynı zamanda. Yayındaki dizilerde oynayan çocukların
film icabı üzülmelerine ağladık da, yanı başımızda bizden medet umarak, etrafımızda fır
dönen çocuğumuzun üzüntülerinden bihaber kaldık. Umursamazlığımızla küstürdük onları.
Yalanların ve ahlaksızlıkların yanlış olduğunu anlatırken, izlediğimiz ve izlettiklerimizle
çelişkiler sunduk geleceklerini hiçe sayarak. Bunca karmaşayı anlayamayacak kadar saf ve
masum beyinlerini, en çetrefilli görüntülere yönelttik, bilerek ya da bilmeyerek tükettik minik
yavrularımızın masumiyetlerini.

90’lı yıllarda ilk özel kanalın açılmasıyla başladı bu debdebeli ve parıltılı
tükeniş. “Televizyon iyi bir öğreticidir.” diye kandırdılar hepimizi. İzlediğimiz gerekli
gereksiz görüntüler tertemiz bilinçaltımıza işlendi teker teker ve hiçbir işimize odaklanamaz
hale geldik. Ne çok sevinmiştik yeni kanallar açılıyor diye, özel kanalların “özel” liğinin özel
hayatımızı hedef almasından kaynaklandığından habersizdik.

Şimdi “Çıkar hayatından televizyonu.” desek çoğu aileye, birbirine yabancı yığınlarca insan
görürüz. Aynı yatağı paylaşan, aynı kaptan yemek yiyen, aynı soyadı taşıyan ama birbirini hiç
tanımayan... Ufak bir elektrik kesintisinde bile stres yaşayan insanlar, aman dizimiz kaçmasın
diyerek dost ziyaretlerinden vazgeçenler, misafir kabul etmeyenler televizyon uğruna ve onun
yokluğunda da yapayalnız kalacak olanlar… Yazık değil mi güzel gözlerimize, yazık değil
mi ki boş bilgilerle doluyor da zihnimiz, bir türlü dinlenemiyor. Dinlenmek üzere karşısında
saatlerce yatıyor, ama bir türlü rahatlayamıyoruz. Aksine daha çok yoruluyor vücudumuz,
artıyor hayata karşı tedirginliklerimiz ve güvensizliklerimiz.

Televizyon başına çocuğunu oturtup evi pırıl pırıl yapan sevgili anne, farkında mısın evin
ışıldarken evladının gözlerinin ışığı sönüyor, masum boş zihni nelerle doluyor farkında
mısın? Artık öyle bir çağdayız ki, şu televizyonlar olmasa, bu zenginlik içinde çocuklarımız
açlıktan ölürlermiş. “Reklam olmadan çocuğum yemek yemiyor.” diye anlatıyor kimi
anneler. Eskiden annelerimiz, babalarımız aç mı kalmış televizyon hayatlarında yok diye.
Sağ salim çıkabilmişler bu güne. “Gece yarılarına kadar uyumuyor bu çocuk” diye dert yanan
babalara sormalı. Genlerinde bir televizyon hayranlığıyla mı doğdu bu televizyon müptelası
çocuğunuz? Acaba sebebi, anne ve babasının saatlerce gözlerini alamadığı bu sesli ve renkli
kutuya çocuğun da duyduğu doğal merak olabilir mi?

Reklamların şatafatı karşısında çocuğunun şaşkınlıkla açtığı ağzına tıktığı her lokmayı kar
sanan anneler, farkında mısınız ki her kaşıkta zehir gönderiyorsunuz minik yavrunuzun
ruhuna? Böyle yemek yemesindense yememesi belki de daha doğru. Çünkü açlık bir şekilde
kapatılır da, ruhu zarar gören çocuğunuzun ruh sağlığının telafisi yok. Televizyon başında
büyüyen çocuklar, tek taraflı iletişime uzun süre maruz kalmaktan, sosyal hayatta kendilerini
ifade edemiyorlar, dikkatlerini toplayamıyorlar ve saymaya kalksak sayfalar tutacak bir sürü
yapamama durumu.

Son 3 yıldır hemen hemen hiç televizyon izlemiyorum. Bir şey kaybettiğimi de
düşünmüyorum. Hâlâ nefes alabiliyorum ve hâlâ sağlıklıyım. Tersine neden bu kadar geç
kaldım kapatmak için diye üzülüyorum boşa geçen zamanlarıma. Keşke izin verseydim, geçen
senelerde eşimin “Televizyonu pencereden aşağıya atalım" teklifine. O zaman daha erken
başlamış olurdum gerçekten yaşamaya. Onun parçalanmasını izlerdim, zihnimde açtığı yaralar
ve benden çaldığı zamanlar yerine.

Evimizde hiç televizyon izlenmemesine rağmen eşimle yapacaklarımız konusunda zamanı
yetiremiyoruz. Kitap, gazete okumak, heyecanla ve özenle seçtiğimiz filmleri izlemek,
kendimizi geliştirmek üzere çalışmalar, sohbet edip çayımızı yudumlamak, fırsatını buldukça
doğaya çıkmak, temiz havada yürüyüş yapmak boş zamanlarımızı süsleyen güzelliklerden.
İhtiyacımız yok ki televizyon açmaya. O kadar bol zamanımız da yok zaten. Ayrıca hakkımız
yok ki, masum minik meleğimizin saf ve temiz zihnini gereksiz ve faydasız onlarca şeyle
doldurmaya. Televizyonun onun gelişimine zarar vereceğini, ileride ciddi kişilik sorunları
yaşayacağını bile bile nasıl müsaade ederiz minik kızımızın bu zarara maruz kalmasına.
Ayrıca Hürrem’in entrikalarını bilmemek, Fatmagül’ün suçunu öğrenmemek hiç bir şey
eksiltmiyor ki hayatımızdan… Tartışma programları derseniz, reyting kaygısıyla birbirlerini
nasıl yiyip bitireceğini düşünen adamların hayatımızda olmaması daha iyi. Haberlere gelince,
yemek soframızda radyodan dinlemek daha keyifli, günlük gazetemizden haberleri okumak
daha kolay ve eğlenceli…

Muhterem televizyon, çok bile kaldın, çık artık hayatımızdan...

Gonca Anıl

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...